
“Gerçek, ayrıntıdadır” der Flaubert. Jack London, bu gerçeği, bir buz parçası üzerinde kristalleşen köpek kanında, bir madencinin donmuş nefesinin anaforunda anlatabilir…Jack London’un tehlikeli, ölüm-kalım zorbalığına yakalanan okur için hiçbir kaçış yolu yoktur.Ve bu gerçek, “Kız, Kar ve Kan” için de geçerlidir.
«Her şey hazır, Bayan Welse. Ama ne yazık kullanır durumda sandalımız yok.»Frona Welse, kalktı ve kaptana yaklaştı.«Çok sıkışığız,» diye açıkladı. «Altın arayıcıları da çok sabırsızlanıyor…»«Bunu anlıyorum,» diye sözünü kesti genç kız. «Benim de acelem. Var.
Sizi böyle sıkıştırdığım için bağışlayın, ama…»Kız, birden döndü ve kıyının bir köşesini gösterdi:«Şu karşıdaki ırmakla çam ağaçları arasındaki kütükten yapılmış büyük evi görüyor musunuz? Ben orada doğdum işte.»
«Sizin yerinizde olsam, artık orada durmam,» diye sevecenlikle mırıldandı
subay. Onu tıklım tıklım güverteden geçirdi.Yolcular, itişip kakışıyor, birbirlerine sövüyorlardı. Bin kadar altın arayıcısı, ne pahasına olursa olsun, bir an önce karaya inmek istiyordu.
Gözcü kulübelerinden türlü yükleri kaldıran vinçlerin gıcırtıları yükseliyordu.Buharlı geminin iki yanında sıralı mavnalara sandıklar ve balyalar yükleniyor, mavnaların içindeki adamlar, terleri burunlarından, akarak yüklere doğru koşuyor ve balyaları çabucak birbirlerine atıyorlardı.
Küpeşteden eğilen bazıları da, ellerinde baraj belgeleri olduğu halde,
birbirlerine bağrışıp duruyorlardı. Bazen iki üç yolcu, aynı belgeyi isteyince,kızılca kıyamet kopuyordu.