İntikam ve hırs…
İyilik veya kötülük…
Siyah ile beyaz…
Ve zıtların arasında savrulan hayatlar…
Konstantinopolis’in İstanbul’a dönüştüğü yıllar… Hıristiyan hasımlarının Büyük Kartal diye andıkları Fatih’in, şehrine âlimleri davet etmekle kıvanç duyduğu, devletini ilimle ve sanatla yükseltmenin rüyalarını gördüğü, ulemanın tamamen özgür düşünceyi savunduğu, devletin yükseldikçe yükseldiği bir dönem… Ve eşsiz şöhretlere sahip Osmanlı ulemasının arasına sızmış bir kâfir.
Molla Lütfi, Ali Kuşçu, Sinan Paşa, Bellini ve daha niceleri… Kurbanlar, kurbanlıklar…
İtiraf her cümlesi hayretle ve merakla okunacak bir roman.
Özet
Cihanda hangi fidan vardır ki yetişip saye salsın da akıbet hazana ermesin; felekte hangi saadet yıldızıdır ki kemalin zirvesine erdikten sonra zevalin deryasında batmasın?
Konstantinopolis’in İstanbul’a dönüştüğü yıllarda geçiyor hikayemiz.
Aşere-i muhammese’nin nasıl aşere-i muhabbese olduğunu, Molla Lütfi’yi darağacına götüren yolun taşlarını nasıl döşediğini anlatır.
Kitabın her sayfasını büyük bir heyecan ve merakla okudum ve tarihte bir yolculuğa çıkmış gibi hissettim. Olayların gerçek olması insanı ayrıca etkiliyor. Satırlar arasında duygudan duyguya girdim ama genel olarak içimi bir öfke kapladı.